Cihân bâki değil fânidir ey yârTedarikde ola gör imdi her bâr 102 sene önce Sultan II. Abdülhamid Han’a bu dünyada son vazife ifa ediliyordu. Ahmet Refik Bey’in ifadesiyle neredeyse bütün bir İstanbul halkı yollara dökülmüş Topkapı Sarayı’ndan II. Mahmud Han Türbesi’ne doğru götürülen cenaze alayını takip ediyorlardı. Gözlerden yaşlar süzülüyor, yüzlerde büyük bir hüznün derin çizgileri okunuyordu. Bu durum halkın, son on senenin muhasebesini yaptığını, nereden nereye geldiklerini ve belki de kıymetini bilemedikleri büyük Hakan’a karşı, son demde de olsun bir özür ve af dileme şuurunda olduklarını göstermekteydi.
Nitekim evlerinin pencerelerinden birtakım kadınların dışarı çıktıklarını ve şöyle bağırdıkları işitiliyordu: “Bize ekmeği 10 paraya yediren, kömürün okkasını 5 paraya aldıran padişahım, bizi bırakıp nereye gidiyorsun?..” Kadınların bu haykırışları Cihan Harbi sonrası Osmanlı Devleti’nin düştüğü feci malî manzaraya işaret etmekteydi. Siyasi vaziyet ise ekonomiden beterdi. Artık Cihan Harbinin acı neticesi görünmüştü. İttihatçılar, altı milyon kilometrekareden fazla olarak devraldıkları devleti bir milyon kilometrekareye düşürmüşlerdi. O da düşman çizmesi altına girmek üzereydi. Nitekim Mondros Mütarekesi ile bunu da başaracaklardı. Dolayısıyla bugün toprağa verilmek üzere götürülen cenaze, sanki bir devrin padişahı değil 622 yıllık bir devletti. İşte ağlayanların haykırışları, Şazeli dervişlerinin “Allah Allah” nidaları, duaları ve tekbirleri eşliğinde türbeye sokulan II. Abdülhamid Han’ın cenazesi orada dedesi II. Mahmud ve amcası Sultan Abdülaziz’in yanında kendisi için açılan kabre konuldu. Böylece uzun, yorucu ve yıpratıcı bir hayatın son sayfası da kapanmış oldu. Fakat bu sayfa burada kapanmayacaktı. Zira Sultan, en hafif tabiriyle içerideki gafiller eliyle tahtından alaşağı edilirken dış düşmanlar devleti çoktan ele geçirmişlerdi. Artık bu Padişah bilinmemeliydi.
Anlaşılmamalıydı. Doğru bir şekilde evlatlarına öğretilmemeliydi. Zira o anlaşılırsa İslam âlemi uyanır ve gerideki asıl yıkıcılar deşifre olurdu. İslam âlemini parça parça edip kullanma imkânı olmazdı. İslam’ı bozma planları suya düşerdi. Hâlbuki II. Abdülhamid Han’ı tahtından alaşağı ettirdiklerine hem İslam’ı bozduruyorlar hem de Müslümanları birbirine kırdırmaya devam ediyorlardı. Hâlbuki, kırk yıl kadar Osmanlı donanmasında görev yapmış olan Henry Woods Paşa, anılarındaki şu sözleri ile, II. Abdülhamid Han’ın bu millet için değerini ve Türk tarihinde ne kadar mühim bir yere sahip olduğunu gösterecekti: “Abdülhamid olmasaydı, ne bu satırların yazıldığı şu anda bu kadar geniş ve bağımsız bir Osmanlı Devleti ne de ileride tarihçiler ve diğer devletler tarafından tanınacağına şüphe etmediğim Ankara Hükûmeti bulunacaktı.” Ahmed Rasim Bey ise onun gidişiyle yerine gelenlerin basiretsiz idarelerini gördüğünde Padişah’ın kıymetini şu muazzam ifade ile dillendirecekti: Sen değil nâşın hükümdar olsa elyâkdır bizeDönsün etsin taht-ı Osmânîye tabutun cülûs
İstanbul eski müftüsü ne söylemek istedi?
Vefatının üzerinden tam 102 sene geçti. Bu hafta onun üzerinden yapılan tartışmalar düşmanların algısının ne yaman taktiklerle oturmuş ve yerleşmiş olduğunu gösterdi. O gün de bu gün de düşman yaman düşmandı. Herkes ittifakla bilmektedir ki başta Ermeni, Rum, Bulgar ve Arnavut çeteciler olmak üzere Yahudi, İngiliz, Rus ve Fransızlar bu büyük hakanın azılı düşmanı idiler. Azıcık beyni olanlar düşünmeli. Bunlar vatanını satacak, peşkeş çekecek adama düşman ve hasım olurlar mı? Oysa onu ortadan kaldırabilmek için ne planlar kurdular, ne projeler tertiplediler.
Yahudi sermayesi, İngiliz beyni, Ermeni silahı, Rus, İngiliz ve Fransız gücü hep ona yönelmişti. 102 sene sonra ona küfredenlere en masum hâliyle şunu sormak gerekir: Siz, Ermeni, Yahudi, Rus ve İngiliz dostu musunuz?.. Tevfik Fikret gibi, onu öldürmek kastıyla bombalı bir suikast planlayan ve 26 vatandaşımızı katledip 65 vatandaşı yaralayan Ermeni teröristini, “Şanlı Avcı” diyerek alkışlayanlardan mısınız? Mehmet Akif Ersoy gibi “Ne mel’unsun ki rahmet okuttun ruh-ı İblise” diyenlerden misiniz? İngiliz tertibi öyle bir algı meydana getirmiş ki 102 yıl geçiyor hâlâ dönülemiyor. Eski bir İstanbul müftümüz, Akif’in hatalarını kapatabilmek uğruna rahmetli Necip Fazıl Kısakürek Bey’e kin kusuyor. İşte İngiliz’in, Gök Sultan Yüce Hakan Abdülhamid Han’ı tahtından alaşağı ederken kullandığı mason maşaların tesirinde kalmak budur. 33. dereceden mason, İngiliz uşağı Efgani ve Abduh’u tanımamanın esef verici neticesi böyle olur.
Ey Karar gazetesindeki köşesinde, Necip Fazıl Bey’e karşı Akif’i kullanarak aklınca hücumlar düzenleyen çok bilmiş müftü sana soruyorum! İngiliz Lord Kromer’in Abduh üzerindeki etkisini ve onu Kahire Müftüsü yaptırmasını anlatır mısın? Akif’in müthiş Osmanlı düşmanlığının sebebinin Abduh ve Efgani’ye duyduğu büyük hayranlık olduğunu çözemedin mi? Akif’in: İnkılap istiyorum ben de fakat Abduh gibiAsrın en büyük âlimi Cemaleddin Efgani Dizelerini duymadın mı? Yoksa hâlâ İngiliz uşaklarının arkasından koşmakla bahtiyar mısın? Elbette kırk elli senedir talebelerine ve millete onları anlattın. O girdaptan çıkamadın. Bizler Necip Fazıl Bey’in o uyarmaları ile araştırdık ve sorguladık. Sonra tarihî belgeler büyük şairin haklılığını ortaya koydu.
Size yerli yabancı bütün tarih araştırmacılarının eserlerini tavsiye ederim. Abduh ve Efgani’nin İngilizlerle irtibatını yazmayan biri var mı acaba? Şiir yazmakla ülke kurtulmuyor Müftü Efendi!.. İngiliz Avam Kamarası’nda Başbakan Gladstone, “II. Abdülhamid’i devirmedikçe bu lanet kitabı(!) yok edemeyeceğiz diyerek” Kur’ân-ı kerimi yere atıyordu. II. Abdülhamid Han’ın mücadelesinin aslını esasını buradan anlayınız. Onun devrilmesine sebep olanlar kimlere ve neye hizmet ettiler biliniz! Bugün yaşadıklarımızın II. Abdülhamid Han devrine neredeyse tıpatıp benzediğini konunun bütün uzmanları belirtmektedir. Yine hoca kılıklı bid’at ehli kimseler eliyle milletin seçtikleri devrilecekti. Maazallah bu meş’um teşebbüs başarılı olsaydı o hoca kılıklılara da siz methiyeler mi düzecektiniz?
Abduh, Efgani, Reşit Rıza gibi din adamı geçinen bu İngiliz uşağı reformistleri ve takipçilerini artık lütfen tanıyın! Onların peşi sıra koşanlar bugünlerde “Kur’ân-ı kerim gelmemeliydi” diyorlar duymadınız mı Sayın Müftü? Onlara da verilecek bir cevabınız var mı acaba? Yoksa yazdınız da ben mi görmedim! Mert olun, açık olun. “Sultan Abdülhamid Han’ı ben de sevmiyorum” deyin ki bilelim sizi. Akif güzellemesi ile Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu düşmanlığı yapmayın!
Resmini asmak dahi olay oldu!
Sağlık Bakanı Yardımcısı Halil Eldemir Bey. Bir mert ve yiğit adam. II. Abdülhamid Han’ın resmini odasına koymuş! Aman efendim ne haykırışlar ne tepinişler ne bağırışlar. Sanırsın memleket elden gitti!.. Gözümün önüne 1999 yılı geldi. Osmanlının kuruluşunun 700. yıl dönümü idi. Sultan II. Abdülhamid Han’ın yaptırmış olduğu Darülaceze’nin kapısına resmi asılmıştı. Aynı zihniyet o gün yine işbaşındaydı. Padişahın resmine çürük yumurtalar atılmış ve kinleri ortaya saçılmıştı. O muazzam tesisi O’nun yaptırdığı dahi akıllarına gelmiyordu.
Haydarpaşa Hastanesi, Gülhane Askerî Tıp Akademisi, Şişli Hamidiye Etfal Hastanesi başta olmak üzere tam üç yüz hastane yaptırdı memleketine! Eğitim yuvalarını ve diğer eserlerini saymakla bitiremezsiniz. Kim hangi eseri yaptırdı ise kapısına onun resmi asılsın diye bir kanun çıkarılsa memlekette nasıl bir manzara ortaya çıkar acaba! Yüce Hakanın irili ufaklı tam bin beş yüz eseri var. Sadece bunu fikredip neden düşmanlık edildiğini iyi belleyiniz. Adı büyük kendi küçük bir gazetemizin ömrü Müslüman mahallesinde salyangoz satmakla geçmiş bir yazarı da asılan bu resim dolayısıyla yorum yapıyor.
Konuya her zamanki gibi ezik aydınların sözü ile bir girizgâh yaparak başlıyor: “Ben ne Abdülhamid Han hayranıyım ne de karşıtı…” “Abdülhamid ne Ulu Hakandır benim gözümde ne de Kızıl Sultan…” Hemen ardından da düşmanlarının enjekte ettiği zehrin tesiri kendisini göstermeye yetiyor. “Ama Abdülhamid’in müthiş bir vesvese içine girerek hafiyeciliği yükseltmesini ve iki Türkiye büyüklüğünde toprak kaybetmesini unutmam, unutamam” deyip Halil Bey’e, o resmi evinin gizli bir köşesine asması tavsiyesinde bulunuyor. Bu beyefendi önce Abdülaziz Han’ın akıbetini ve darbedeki yabancı parmağını iyi bilmeli. Abdülhamid Han’ın saltanata geçmesinin akabinde kendisine karşı tertiplenen üç darbe teşebbüsünden haberdar olmalı! Ondan sonra da hüküm vermeli!
Padişah hâlâ gaflet içerisinde uyumalı mıydı? İstihbarat olmadan devlet ayakta durur mu? O istihbarattan, başka kimler rahatsızdı? Ben ifade edeyim. Bugün istihbaratımızın işleyişinden ve başındaki başkanından kim rahatsız ise o gün de onlar rahatsızdı. Hâlâ çözemediniz mi? “Abdülhamid Han döneminde iki Türkiye büyüklüğünde devlet gitti” demek ise “Ben bütün ilmi araştırmalara kulağımı tıkadım, gözümü kapadım” demekten öte bir şey değil. Biz anlayanlara bir kez daha ifade edelim. Birinci olarak, II. Meşrutiyet ilan edildiği gün iki değil üç ülke gitti. Önce onları öğrenin. İkinci olarak Abdülhamid Han 93 Harbi’ne girmek istemediğinde Mithat Paşa ve avanesi gençleri ve askerî talebeleri ayaklandırıp padişaha karşı, “Rus dostu” diye bağırtarak nümayiş yaptırıyorlardı. Neticede onların ve Meclis’in kararıyla girilen 93 Harbi’nin felaketlerini de bir okuma zahmetinde bulununuz.
Ayastefanos Anlaşmasını dahi padişah nasıl Berlin Anlaşmasına çevirebildi insaf ve izanınız varsa araştırınız. Bu arada ülkeyi 93 Harbi’ne sokarak tarihimizin en büyük felaketlerinden birisine imzasını atan Mithat Paşa’nın resmi evimizin gizli bölmesinde değil bütün Ziraat Bankalarında asılı duruyor. O resimler hakkında ne buyurdunuz duyamadım!.. Üçüncü olarak “Padişah Kıbrıs’ı sattı” diyenlere karşı o zaman “Lozan’da Kıbrıs meselesi neden gündeme geldi?” diye kafa yorunuz. Padişahın Ayastefanos Anlaşmasının ağır şartlarını nasıl bir uğraş neticesinde değiştirebildiğini görünüz! Nihayet Trablusgarp, Balkanlar, Arnavutluk, Bağdat, Kudüs, Hicaz nasıl elden çıktı biraz okuyunuz. Tabii, “yok Arnavutlar yok Araplar ihanet etti…” gibi peşin ve ucuz yaygaracılığa düşmezseniz bir şeyler anlayabilirsiniz! Rahmetli Necip Fazıl Bey ne yaman bir cümle kurmuş: “Onu anlamak her şeyi anlamak olacaktır.” İngiliz ve Yahudiler de ne müthiş bir senaryo oluşturmuş: “Tahtından alaşağı ettiğim bu Padişahı milletine asla sevdirmeyeceğim ve tanıttırmayacağım!” Yüce Hakanın vefatının 102. senesinde bu amansız mücadeleyi bir kez daha yaşamış olduk!
TEFEKKÜR
Kelâm-ı hakkı her kimden işitsen istimâ’ et kim,
Bozulmaz ma’nî-i Kur’ân olursa bed-sadâ hâfız.
Sünbülzâde Vehbî
(Açıklaması: Doğru sözü kimden duyarsan kabul et. Zira hafızın sesi çirkin olsa da Kur’ân’ın anlamı bozulmaz…)